Tuesday, February 6, 2018

GEÇMİŞİN YÜKÜ

Eski resimlerinize ne kadar sık bakıyorsunuz? Eski videolarınızı ne kadar sık izliyorsunuz? Nostalji hissinin yanısıra hafif bir ürperti de yaşıyor musunuz mesela 5-10-15 yıl önceyi izlerken?

Şu an yaşayanlar olarak bu resim ve video kalabalığıyla geçmiş hikayelerimizi günlük olarak takip edebilecek ve bu ruh halini test edecek jenerasyonlardan olacağız. Bahsettiğim yaşlanmamızdan veya bu dünyayı terkedenlerin canlı görüntülerinin verdiği ıstıraptan farklı bir şey. Daha bireysel bir histen bahsedeceğim. Her anın videoya kaydı veya fotografı olması ve özellikle bu anların hep neşeli dakikalarımızda kaydedilmesine veya neşeliymiş gibi paylaşmamıza dair.

Geçen gün eskiye dönük fotoğraf ve videolarıma baktım sosyal ortamlarda paylaştığım. Hepsinde ‘’ne güzel gülüp eğlenmişim ya, şimdi niye böyle değil’’ dedim. Sonra da o fotoğrafların çekildiği zamanlarda tuttuğum notlara baktım. Notlarla, paylaşımlar arasında fark var. İnsan zihni zamanla kendisine de oyun oynuyor. İyi ki notlar almışım da o anlardaki gerçek ruh hallerimi tekrar ziyaret edebiliyorum. Hafızam geçmişi, bugünün ışığında tekrar tekrar yazarken, sosyal medyada başkalarına show yapayım diye paylaştığım imajlar, bugün beni de kıskandıracak bir hal almış adeta. Bu beynin bir kerameti var, kurcalayarak bozacağız yemin ederim.

Suudi çöllerinde, bu eşsiz doğa olayına tanıklık etmenin mucizevi neşesinin tadını çıkarıyorum adeta resimlerde.  Ama arka planda aslında hiç alakam olmayan insanlarla dünya kadar sorumluluğu, tek başıma sırtlamaya çalışıyorum. Sorumluluğa sokayım, tuvalet yok bi kere.



Öylece doğum günlerim oldu, bir kişi doğum günüm olduğunu bilmiyordu etrafımda. Ama ben Norveç’de bir platformdan dünyaya sevgiler göndermişim. 



Örnekler örnekler örnekler… Ama ben kendime oynadığım bu oyuna şöyle aydım. Afrika’da bir gün muz yemeği çıkmış. Ben bunu malum platformlarda ‘’such a lovely food #life experience’’ başlığıyla dünyaya servis etmişim.


Aynı güne ait günlüğüm ise şöyle:
2-3 Şubat 2013
Tanzanya

Kesinlikle Güney Yarım küredeyim. Eminim çünkü bugün sifonu çektikten sonra tuvalete baktım. Biz BarışManço izleyerek büyüyenler için bu yeterince inandırıcı bir gerçeklik alemetidir. Girdap ters yönde oldu. Bazen bu Mtwara denen yerde gerçeklikten koptuğumu düşünüp endişe de ediyorum. Biraz da sıtma ilaçlarının ağır yan etkilerinden olsagerek. Yine de Afrika’da olmanın da doğru düzgün organize edilmemiş bir kampta büyük bir işin sorumluluğunu almanın baskısı da etken olmalı. Yoksa bir insan sifonu çekince neden bakar ki gidenin ardından? Kampımızı tropik yağmur neticesinde bileğe kadar su basmış. Mekanik labını hallederiz de elektronik labını su basar mı ya? Basmış işte. Ben geldiğimde ortalık temizlenmiş az da güneş açmıştı ama balçık kalkmamıştı. ‘’paradise’’ diye bir otele yerleştirdiler. Sinek cenneti adeta. Bir de burada ahali inançlı da şuna cennet demek günahtır. Hristiyanı Müslümanı örgütlenin…


Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin. İkinci gün derhal hazırlıklara başlıyoruz. Fazla zaman yok, Tanzanya’da büyük bir offshore işi için hazırlık yapmalı.

Sabah kahvaltı yapmak zordur işe yetişenler için hep. Uyku, duş vb arasında insan beslenemeden işe varır. Bu nedenle öğle yemeklerinde çok acıkmış olurum. İşte yine böyle bir gündü. Açlıkla herkesi koşarak geçip yemekhaneye koştum, kralını tanımadım. Hem de tüm Afrika uluslarından işçileri, Çin gibi milyarlık nüfusta pişmiş çalışanları koşarak geçtim. Tanrı kimseyi açlıkla terbiye etmesin, insanlık eşitlenmiş ama minimumda-herkes aç. Ama yine de vicdanen iyi bir durum denklik. İnsanlık benzincide şarıl şarıl doldurup gaza basabilsin, evlerde şak diye anahtara basıldığında evin her yeri şavkısın, bebeler üşümesin diye dünyanın her kıtasından adam Afrika’nın aslanlı, filli, zürafalı ortamı ev tutmuş ve 24 saatlik telaşın gündüz vardiyasının saat 12’sinde yemekhane konteynırının kapısına binbir dilde bağırışarak koşuşuyor. Bu telaşı en son, Fen Lisesi yemekhanesine koşarken yaşamış olmalıyım. Yemekhane önüne varınca talaşlı bir sıvıyla elini yıkıyorsun. Eh işte petrol böyle illet bir şey, arasan bulunmaz, yapışsa çıkmaz. Sonra fıt fıt dezenfektan sıkıp dalıyorsun yemekhaneye. Bu yemekhaneler sinekler mallasın diye buz gibi soğutulur en az 18 dereceye getirirler klimayı. Aşırı soğutulmuş ortamda yemek kokusu da bi değişik olur. Eşzamanlı olarak da çok fena terli olduğunu farkedersin ama o kadar. Sadece farkedersin, bir şey yapmazsın. Öğrenilmiş çaresizlik. Tepsiyi, çatalı, kaşığı aldın. Artık o dakikadan sonra bilmem hangi uygarlığın biçimlendirdiği bir aşçının eline bakıyorsun. Aşçı karavanın kapağını bir açıyor ve diyorsun ki: ‘’Bu ne .mına koyayım ya? Bu ne?’’ Gerçekten tam da bunu böylece söyleyebiliyorsun çünkü dilimizi bilen yok orada. Ama sırıtarak söyleyeceksin çünkü aşçı kraldır. Kampta aşçı sana takarsa boku yersin. Bildiğin soğanlı-salçalı yemeğin içine muzu mundar etmiş. İşte bu adama bile böyle sırıtacaksın. Hayatta kalacaksın, uyum sağlayacaksın, tatava yapmayacaksın. İlkesizlik mi bilmiyorum ama ‘’sınanmadığın günahın masumu değilsin’’ ve o an sınanıyorsun… He tamam, az değişik bi muz ama sen onu o dakikada daha bilmiyosun ki? Aşçı gelip sırıtarak yemeğini tanıtıyor. İngilizi, Fransızı, Amerikalısı politiklikten midir artık sömürgecilikle başka kültüre alışıklıktan mıdır yadırgamıyor gibi yapıyor. Ben yıkılıyorum içeride, dışım emperyalist taklitlerinde. Ne çare, az yiyip çıktım. Üzerine ne meyve mi yedim? Muz üstüne muz…

Sonra bu Amerikalı arkadaşıma sordum: ‘’Sen bu yemeği daha önce gördün mü?’’ diye. ‘’İlk kez gördüm’’ dedi. Otuz yaşında adamsın, ilk kez pişmiş muz görmüşsün bu tepkisizlik ne? Sağı solu tekmeledim. İki yüzlülüğe gelemem. Anadolu çocuğu mert olur çünkü. Sakinleyip, sıradaki zil sesine kadar işimin başına döndüm. Akşam yemeği kaliteydi.

Yatarken teselli ettim kendimi; ‘’alışacaksın’’ dedim. İnsan ne biçim alışır bazen aklı almaz. İlk başta hep alışamayacaksın gibi gelir ama tecrübe orada devreye girer. Güçlü insan ne korkusuz olandır ne de kötü anları hiç tecrübe etmeyendir. Güçlü insan bunlarla yüzleşebilen ve alışacağını bilendir. Neler geçti bu da geçer…Uyuyacağım.

Şuna bakın; zamanında bu günlüğü tutmamış olsam, internet paylaşımımı referans alarak o zamanki kendime baktığımda dünya kültüründen mütemadiyen zevk alan bir embesil görecektim bugün. İnternete baksam proje sonuçlanmış ben de Uganda'da acayip mecralara akmışım sonrasında. Resmen tarihin tekrar yazılması. ''Verba volant, scripta manent'' vardı eskiden, artık ''söz uçar, yazı kalır, internet kafa karıştırır'' olacak.


Şimdiki kendime yüzlerce yalan hatıra bırakmışım internette. Ben bunun altından nasıl kalkarım? Haydi bu benim kişisel derdim olsun da bütün bir insanlık olarak geleceğe bunu mu bırakacağız bundan sonra? Bütün dünya kendine yalan söylüyor ve bunu 20 yıl sonra anlayacak. Ayık olun.

No comments: