Thursday, January 24, 2013

Çöl Günlükleri



GÜN 1 (Ocak 21)
Hazırlıklar tamam, yola çıkıyoruz. Şimdiden her yerimiz toz olmuş. Daha kendi merkezimizi terketmedik, bize eskortluk edecek askerlerin gelmesini bekliyoruz. Asker dediğime bakmayın, asker dediğin disiplinli olur. Tek tip olur. Bunlara silahlı adam demek daha doğru. Birazdan keyifleri olur. Biz acele ediyoruz çünkü ertesi gün müşteriye orada olma sözü verdik. Durmadan çalışıp yetiştirdik, şimdi bu sebeple beklemek...Ses çıkaramadan beklemek, dayanılmaz.

Yola çıktık. Her şey bana ne kadar da yabancı. Mars gibi bir yer. Tam tahmin ettiğim gibi yol yok. Çölde siyah variller var insanlara yön göstersin diye. 20 şeritli bir otoban gibi. İlk bir saat görece sert bir toprak zeminde gidiyoruz. Sonra bir mola veriyoruz. Hem bir namaz molası hem de lastikleri indirmenin zamanı.

Toprağa çömeliyorlar, diyorum ki “teyemmüm geliyor”.  Hayır dostum, yanlış tahmin. Sonra pet şişeler de açılıyor. Karıştı mı suluyla kuru sana. Ortalık çamur. Bana düşmez yargılamak ama teyemmüm için uygundu sanki ortam. Bizim camilerdeki su ısrafına gidiyor aklım. Dakikalarca muhabbet ederek su tüketmek. Adamlar burada bir şişe suyla hallediyor.

Moladan sonra yola devam. Artık etraf  plajdan farksız. Araçlar dört çekere geçmiş. O kum tepecikleri görünmeye başlıyor. Rüzgar üzerlerindeki kumun yerini devamlı değiştirdiği için adeta toprak akıyor gibi, yüzeyde bir bulut var gibi. Bir de garip taşlar var, kum zımparasından ilginç şekiller almışlar.

Sonunda asfalt bir yola varıyoruz. Yolun tamamı 180 km. Gördüğüm en kötü asfalt yol, devamında bizim şirketin başka bir kampına varıyoruz. Kampın hali: trajik, hayatım: trajedi.

Bu macerada kendimi zihinel oalrak en kötüye hazırladım. Zaten içinizde en ufak bir umut olursa, boku yediniz. Yol boyunca işçilerle aynı odada yatacağımıza o kadar emindim ki, tek kişilik oda verilince sevindim. Ama odaya girince her türlü hazırlığa rağmen yıkıldım. Klima çalışmıyor, banyo umumi tuvalet seviyesinde, yatak sadece bir minder...Yatağa çöküyorum nerede hata yaptığımı düşünüyorum. Burada olmam çok saçma. Suratıma iki şaplak atıyorum, burada oluşumun nedeni belli.

Yatakta örtü ve yastık olmadığını farkediyorum. Biliyorum istesem ve bulsalar aşırı pis olacak ama temizlik-hijyen algısının, ihtiyaçlar karşılandıktan sonra ancak önem kazandığını ilk o zaman farkediyorum. İnsanların bazı şeyleri nasıl yaptığını anlamadığımız çok olmuştur. Çünkü biz onların durumuna hiç düşmemişizdir...Bizim işçilerden birine bana battaniye bulmasını söylüyorum. “Mafiş battaniye” diye bağırmaya başlıyor, tekrar ediyorum. Hoşlarına gidiyor, gülüyoruz ve hemen battaniye ve yastık geliyor. İnsanın her durumda gülmesi ne kadar garip...

Çareler düşünüyorum. Tulumla yatarım diyorum, bere ve kapşon takarım diyorum. Amaç kamp malzemesiyle teması minimuma indirmek. Ama sonra tulum zor geliyor. Kapşondan ve bereden ödün vermiyorum. Hem sıcak tutuyor, hem hijyenik. Tuvalet konusunda da ilk bulabildiğim çözüm de yapmamak. “İstersen sıçmazsın Rocky, her şey beyinde” dememiş miydi filmler bize. Yemek için de bizi buraya getiren müşterinin kampına gidiyoruz. Oraya gittikçe ekmekler, muzlar alıyorum. Cepleri de dolduruyorum. Benim yaşadığım hayat tarzında bir şeyden depolama imkanı varsa muhakkak depolayacaksın. Bu Norveç ve Almanya’da bile böyleydi. Burada haydi haydi böyle. Bir sonraki yemek ve uyku ne zaman gelir, bilemeyeceğin zamanlar oluyor.
Sabah erken iş başı. Kamuflaşımı giyip yatağa sokuluyorum. Bu odada ne işim var diyorum tekrardan...Uyuyorum.

GÜN 2 (Ocak 22)
Uyanıyorum.  Bu duşa girecek halim olmadığına göre, pet şişemle kapının önüne çıkıyorum. Yüzü yıka, diş fırşala, tulumu giy ve yallah. Yolda öğreniyoruz ki bu sabah bize katılması gereken vinç daha 4 saatlik mesafedeymiş. Sİyah bidonu mu kaçırdı artık ne yaptıysa. Tabi mesela siz bi adama Aydın’dan İzmir’e git derseniz, %99 kişi aynı güzergahı kullanır (Otoban veya değil). Ama burada adam 180 kilometreyi neredeyse sınırsız kombinasyonla alabiliyor. Ne yol var, ne nehir, ne de ağaçlık. Bi tek dağ var yeryüzü şekli oalrak ve bizim mal o dağın arkasından dolaşmış yanlışlıkla. Adam öğleden sonra geldi. Başladık çalışmalara, akşam oldu, çöl ayazı başladı. Işık yok. Bırakmak zorunda kaldık. Güneş batarken biraz yürüdüm etrafta. En ufak bir ses yok. Sınırsızlık…Bu boşlukta zaman bile anlamsızlaşıyor. Erebilir insan burada. Ama ben ermesem daha iyi. O değil amacımız. Hatta inşallah ermem. Toparlanıp kampa döbüyoruz. Bütün gün “mafiş battaniye” şakaları. Odama giriyorum. Uydudan dandik internetimize bağlanıyoruz. Ayranım yok içmeye tahterevanla giderim sıçmaya. İnternet neyimeyse. Gerçi o da olmasa bariz ererim burada.
Derken akşam yemeğini yiyoruz, ben de bir tuvalet arzusu. Çöl de öyle bir yer ki arkadaş, 1 km gitsen yine tuvalet ihtiyacı karşılayamazsın. Her yer kabak gibi meydanda. O beyaz kıyafetin kerametini anlamaya başladım. Neyse, odadaki tuvaleti kullandım. Bu da ihtiyaçların hijyenden çok daha önemli olduğunu gözterdi bir kez daha.
Akşam yemeğindne sonra kendimi şöyle bir ortamda buluyorum. Kampın TV odasındayız. Elimizde yeşil Libya çayları, TV’de dans eden kadınlara bakıyoruz. Dansöz falan da değil. Şöyle düğün videosunu andırır gibi ama bu bi TV kanalı. Ortamın aşırı saçmalığı hoşuma gider mi diye zorluyorum, olmuyor. “Esselamualykum” çekip kalkıyorum. Çıkarken farkediyorum. Ben en son kadını 10 Ocak’ta görmüşüm. Bu adamlardan bazılarının kesin 2-3 ayı vardır. Kadın başka bi tür burda, başka bir cinsiyet değil. Tilki gibi, çakal gibi bi şey. İnsan alışık olmadığı bir tür görürse ya kaçar, ya saldırır…
Odama gidiyorum, pet şişem diş fırçam…Bireysel temizlik on numara. Bereyi takıyorum, kapşonu geçiriyorum, hijyen de tamam. Uyuyorum.

GÜN 3 (Ocak 23)
Uyandığımda burada olduğuma inanamıyorum. Uyku ne güzel bir şey. Kopup gidiyorsun dertlerden. Uyanınca, yüzleşiyorsun. Pet şişemle yine güne başlıyorum. Pikapa doluşup kuyubaşına gidiyoruz. Dün cebime doldurduğum ekmeklere peynirleri döşeyip kahvaltımı yapıyorum. Basınç ekipmanının kurulumunu bitiriyoruz. 5 kişi bizim şirketten bir tane tır şöförü, bir tane de kaybolup bulunan vinç operatörü 7 kişiyiz. Basınç testi yarım saat sürecek. Kuma çember şeklinde oturup Nescafelerimizi yudumluyoruz. Nescafe ve Pepsi’nin popüleritesi şaşılacak derecede. Belki 80’lerdeki Türkiye’yi anımsatıyor insana. Amerikan konsolosu olayının üzerinden daha 2 ay geçti sanırım. Madem bunlar böyle içilecekti, adamın suçu neydi? Allahtan herkes Türkleri ve Türkiye’yi çok seviyor. Kimi vize olmadığı için seviyor, kimi dedesi zamanında buralardaki Osmanlı yönetimindne memnun olduğu için seviyor, kimi kadınlar çok güzel diye seviyor, kimi devrimde destek verdik diye seviyor, kimi müslüman diye seviyor, kimi Kanuni yüzünden seviyor ama seviyor işte…Burada adeta Avrupa’lı gibiyim. Hemen başlıyorlar ben şuralarını gezdim Türkiye’nin, şusu çok güzel diye. Savaş sırasından Türkiye’ye kaçanlara da buradan maaş yatıyormuş zaten. Kebap hayat. Burası zaten durulacak gibi değil. Gerçi aşırı zengin bir ülke Libya, bütçe fazlası muazzam. Biraz organize olabilseler, Norveç tadında hayat yaşarlar ama öyle bi hedef yok.
Bir de bugün beni bir kişi daha Kanuni’ye benzetti biri de Rusa. Diziler sağolsun. Şirkete ilk girdiğimde de Cezayirliler Behlül'e benzetiyordu.
Neyse, bu muhabbet orada bitti. Kamyonda arızalar çıktı. Müşteri bize azar kaydı. Onu tamir etmek için akşam 6ya kadar uğraştık. Sanırım sorun çözüldü. Yarın ne olduğu anlaşılır artık. Sabah 7de işi başlatamazsak şutu yiyeceğiz.
Tamiratla uğraşırken yemeği  kaçırmışız. Kampa geldik, makarna yapmışlar. Ortada leğenimsi bir şeyin içinde. Allahtan bize ayrı bir kapta verdiler ama yine de 3 kişi paylaştık. Leğene dalamayabilirdim ama bir yandan da çok açtım. Ben ki en samimi arkadaşlarla yemek yerken her şeyi tabağıma aldığım için eleştirilmiş adamdım. İşte sana Alman ekolüyle Libya ekolünün farkı. O eski halimden, eser yok şimdi. Vurdum kaşığı makarnaya. Başta herkes kendi önünden yerken yedim, sonra makarna sınırları muğlaklaşmaya başlayınca kaçtım. Bi tane de hacı amca var, beni çok seviyor. O da iyilik olsun diye kendi önünden bana doğru kürüyor makarnayı. Dayı yapma ya…Bütün iştahı bitirdin. En son makarnanın içindeki tavuğu hala canlıymışçasına parçalıyorlardı ki kalktım.
Şimdi diyor olabilirsiniz "çocuk o sofradan nasıl yedi, ben yemezdim" ama açıkladım. Önce ihtiyaçlar, sonra hijyen. İçine düşerseniz anlarsınız. Zaten biraz kabalayınca mideyi, ben de kalktım sofradan. Bu iş sayesinde Libya'nın post savaş kamplarında mad-max hayatını da gördüm, Paris'in lüks otellerini de...Daha kötüsü varsa ki var diyorlar, Allah göstermesin artık.
Şu anda da bu blogu yazmayı bitirip duşa girmeyi planlıyorum. Çünkü kafam iyice kaşınmaya başladı. İlk gün umumi tuvalete benzetmiştim ama yuvama alışmaya başladım. Bahçesinde fareler koşan, şirin bir kamp konteynırını kim sevmez?

No comments: