Thursday, January 31, 2013

Nerde Kalmıştık?



Mozambik işinin ayrıntısı sonradan ortaya çıktı. Cezayir’de olanlar ve Libya’da beklenen bazı karışıklıklar nedeniyle yabancıları yollama kararı almışlar. Yalnız şirket her ülkelerin durumuna göre yabancıları ikiye ayırıyor. “Az riskli millet” ve “çok riskli millet”. Ben Libya için az riskli sayılıyorum ama Kuzey Irak için çok riskliyim örneğin. Zaten koca Libya’da iki tane yabancıydık. Kuzey Afrikalı’lar zaten yabancı sayılmıyor Cezayır hariç, onlar da birbirleriyle iyi geçinmiyorlarmış. Diğer çocuk Ukraynalı, onu hemen yolladılar. Ne Bismillah biliyor, ne Elhemdulillah var , ne Aleykumselam...Din kültürü almamış, net bir gavur. Bana gelince kafalar karıştı. Tripoli’deyken operasyon müdürü ve güvenlik danışmanıyla toplantı yaptık. Operasyon müdürü de benim segmentimin Libya’daki bütün aktivitesinden sorumlu, yuksek bir makam. Misal aynı rolün Avrupa versiyonu Kuzey denizi hariç bütün Avrupa, Türkiye, Ukrayna, Gürcistan’dan sorumlu. Olay bu seviyede tartışılıyor. Bu adam soruyor güvenlik danışmanı Mark’a beni göstererek:
-Bu ne şimdi, düşük riskli millet mi, yüksek riskli mi?
-Bilmem...Biz Peter’ı (Ukraynalı) niye yolladık?
-Sarışın renkli gözlü diye. Bunun da gözü yeşil ya...Ama bu müslüman.
Bana dönerek, getir bakayım kelime-i şahadet, getiriyorum. Oku bakayım Fatiha, okuyorum. Oku bakayım Kulfallah, okuyorum...
Müdür:
-Bu müslüman ya, ama Arapça bilmiyor.
Lafa girdim: “sünnet de var, göstereyim” dedim, toplantı bitti. Şimdi bi şu rotasyon bitene kadar beklicez, Mart sonu. Alınan duyumlar Şubat ortasına doğru bir gerginlik olması yönündeymiş... Yıl olmuş 2012 hala nerelisin, ne renksin ile yargılanıyoruz. Bizimkileri suçlamıyorum çünkü böyle bir durumla karşılaşılınca ilkel adamların bakacağı kriterler bunlar. Onlar da bunlara göre test etmek durumundalar. Ama ben Libya’da olursam, biri beni durdurursa, adımı bile sorsa başlarım sıradan duaya. Çünkü Arapça bilmiyorum. Orada İngilizce falan konuşurum, adam gavur sanar, bittin. Bi bismillah, yardır gitsin...
O gün Libya’dan ayrıldım. Kamp arkadaşlarım üzüldü. Beni sevmişlerdi. Bi de ben o kamptaki herkes için moral kaynağıydım, çünkü normalleşmenin işaretiydim. 2 yılda harap olmuş her şey. Yeniden başlamak istiyorlar, benim orada oluşum da ümit. Ben valizimi toplayıp gidiyorum, onlar için kötü günlerin geliyor olabileceğinin işareti.
Bi de savaştan önce sevdikleri bir İtalyan mühendis varmış, onu hatırlatıyormuşum. En çok anımsatan yönüm de yavaş konuşmammış. Ben her dili mi yoksa İngilizce’yi mi yavaş konuşuyorum bilemedim.
Biniyorum uçağa. Öğleden sonra İstanbul. Bi kaç saat içinde çıkıp kokoreçimi yiyorum, dönüp Dar El Selam uçağına yerleşiyorum. Beklediğimin aksine uçak beyaz Türk ve Avrupa’lı dolu. Sevinmedim desem yalan. Libya uçağındaki erkek lisesi manzarasıdan sonra. Uçak inince tekbir falan getirenler var. Tekbirciler de gözlemlerime göre ikiye ayrılıyor. Pasif ve aktif tekbirciler. Aktif tekbirci daha bi güvenli, takımın abisi durumunda. İlk o tekbir çıkışını yapıyor. Pasifler ki ben henüz yeni başladığım için bu guruptayım, “Allah-u Ekber” diyoruz. Umarım yükseleceğim sonraları. Emeklemeden yürünmez.
Uçak Tanzanya’ya iniyor yerel saatle 03:30’da...Hava çok sıcak, yaz. Bende hırka, mont...Montu attım valize ama hırkayı sıtma nedeniyle çıkaramıyorum. Kollar cillop gibi açığa çıkmasın diye. Piştim. Kennedy isimli bir genç karşıladı beni. Aracın gelmesi 2 saati buldu. Ama ortamı çok sevdiğim için umursamadım. Normalde yaygara koparılacak bir durumdu, çünkü ben bir gün önce 7’de kalkmışım ve tüm gün yol yapmışım ama Libya’nın üzerine Tanzanya çok güzel geldi, oturdum, etrafa baktım. Sonra araba bizi iş yerine getirdi.Normalde otelde yerim ayrılmış ama tabi ki bulamadılar falan derken bi eve yolaldılar, ev dolu. Saat 8 oldu. 24 saati geçti, acıktım uykum geldi. Biraz Afrika insanı böyle sanırım. Tam bi saat algıları yok. Bi kaç olayda daha gün içinde başıma geldi. Şu saat diyorum, o saatte kimse yok. Arıyorum, yoldayız falan filan. Neyse, yaydım gitti. Dedim şöföre, dön şirkete. Gittim biraz yayagara yaptım falan, müdür aradı, derken otelde yerim varmış, ilk geldiğimde yanlışlık olmuş, otele gittim. Bu sefer de otelde oda yapılmamış. “Siz bi kahvaltı yapın” dediler. Tamam, sonra oda geldi...Yattım uyudum.
Neden sinirlenmedim çünkü beklediğimin çok üzerinde bi güzellik burası. Tropik. Kahvaltıda adını bilmediğim meyveler yedim, hem de buranın mahsulü. Öyle Anamur muzu gibi değil, Zanzibar muzu. Ofis uzunca beyaz kumlu bir plajda, muz ağaçlarıyla kaplı. Aydın’ın zeytini neyse buranın muzu o heralde. Çok iyi geldi. Sinirlerim bozulamadı. Gerçi birkaç gün içerisinde gideceğim yer gayet dandikmiş ama bugün önemli. Yarını düşünüp bu güzelliği de mi kaçırayım? O gideceğim yerde de boykot falan varmış. Şimdilik o nedenle gidemiyorum. Sanırım Mozambik’e hiç geçmeyeceğim. Direk offshore’a gidiyorum. “High profile” dediğimiz işlerden. Platformun günlüğü 1 milyon dolardan daha pahalı. O yüzden operasyonu kusursuz tamamlamak zorundayım. Dakika geciksem, maliyetini hesaplayın. Müşteri gecikme olmaması için ensemde olacak. Neyse bu işler böyle, en azından platform komforluymuş.
Aslında Tanzanya’da Klamanjero var, bi sürü safari alanı var ve biz Türklere vize yok. Herkese tavsiye ederim. Afrika’daki aslanların da 1/3ü de buradaymış. Bence soğuk kış günlerinden bunalanlar için çok iyi bir alternatif. Kafamızdaki Afrika imajını biliyorum ama koca kıta. Zaten ülkelerle ilgili ne düşünsem medya sayesinde, gittiğimde daha güzeliyle karşılaştım. Burası özellikle bir turla falan gelindiğinde İstanbul kadar güvenli. Libya’ya da bazen haksızlık ediyor olabilirim. Çöl, kırsal alan. Anadolu’nun kırsalında da bir çok gariplik olabilir, bize ters gelen mevzular yaşanabilir (Toplu tecavüz falan). Bir de Libya savaş atlatmış. Örneğin savaştan önce Trablus aile lokasyonuymuş. Bir çok milletten insan eşleri ve çocuklarıyla yaşıyor ve çocukları okula gidiyormuş. Benim yorumlarım bu güne özel. Her Libyalı da köktendinci değil. Hatta kampın yarısı namaza gitmiyor diyebilirim. Orayla ilgili de önyargı geliştirmeyin benim yüzümden. Tabi klasik bir doğu toplumu olması gözardı edilemez. Yani benim hijyen olarak bile kafaya taktığım şeyler bireyden çok toplumcu olmaktan kaynaklı. Özel alan sınırlı. Mesela yemekler, her bireyin tabağı yok. Ortadan. Tırnak makası, genel. Diş fırçası kullanan görmedim ama genel bir kullanım olabilir, şaşırmam. Yataklar mesela, ben pis çarşaf, yastık diyorum ama değil. Sadece kişiye özel değil. Herkes aynı çarşafa yatıyor. Hatta zaman içinde madem herkes aynı çarşafa yatıyor, onu da kaldralım demişler. Direk yatağa yatılıyor. O perspektiften bakarsan, çok mantıklı. Zaten bireysellik gelişmediği için de demokrasi gelişmiyor, gelişmeyecek. Çünkü bir birey arkasında durabileceği fikir üretemiyor. Önceden ne doğruysa, çoğunluk için ne doğruysa, doğru odur fikri var. Çünkü ortada tek kap olmak zorunda. Ben pilav yerken, yanımdaki bezelye yiyemiyor. Bu vizyon yok. Bezelye de güzeldir derse, gerekirse sopayla pilav yediriliyor ortadaki kaptan.
Tanzanya çok çeşitli. Değişik dinler değişik diller mevcut. Umarım birbirlerine gıcık olmazlar. Mutlu mesut yaşarlar. Biraz sıtma sorunu var. Bir de sarı humma ve HIV. Sarı hummanın aşısı var. Gelmeden vurulmak lazım, 10 yıl koruyucu. Çıkışta veya girişte birisinin kontrol etmesi gerekiyor aslında aşı kartınızı ama kimse etmedi. Oysa bu tarz hastalıklar bu şekilde taşınıyor. Sıtma içinse aşı henüz yok. Her gün alınan koruyucu hapı var ama uzun süre kalanlar için yanetkileri nedeniyle tavsiye edilmiyor. Ben alıyorum çünkü 2 hafta buradayım. Bunun yanısıra her yerime sinek ilacı sıkıyorum. O kadar abartıyorum ki, duştan sonra deodorant falan yok. Bunu basıyorum. Bir de klima, 20 derecenin altında larvalar oluşmuyor. Odayı 20 derecenin altında tutuyorum. Son olarak da tedavi edici kit var. Bu daha 2000li yılların başında icat edilmiş. Bana şirket verdi, fiyatı biraz pahalı olabilir. Bu kaptıktan sonra iyileştiriyor. Offshore’a gideceğim için önemli. Belirtiler griple aynı. Anofelin kanadındaki parazit 8 saat içinde karaciğerde çoğalmaya başlıyor ve sonra kana karışıp al yuvarlara saldırıyor. Bu arada ateş çıkıyor ve nezleye çok benzeyen belirtiler var. “Sadece nezle geçiriyorum” dememek kritik. Farkedildiğinde geç olabilir. Hemen kitin içindeki testi yapıyorsunuz kendi parmak ucunuzdan kan alıp. Negatifse 12 saatte bir testi tekrarlıyorsunuz. Çinkü bazen ilk test negatif olmasına rağmen ikincide pozitif oluyor. Ölümlerin çoğu insaların malerya olduklarına inanmayıp ilacı almamasından veya buradan ayrıldıktan sonra alarm durumundan çıkıp umursamaz oluşlarındanmış. Bir de etrafa söylemeniz gerekiyor. Mesela Türkiye’de bilinciniz kapansa doktor tahmin edemez malerya olacağını. Yani offshore’da kendinizin doktorusunuz ve hayatınız elinizde. Bu kadar önlemle ben, beni ısıran sineği bile tedavi ederim o ayrı ama önlem almam şart.
AIDSe gelince tablo çok acı. Dünya nüfusunun sadece yüzde 10u burada olmasına rağmen, AIDSlilerin yüzde 66sı burada...
Unutulmaz bir gün oldu. Bir günde birbirinden alakasız 3 ülke gördüm, kıştan yaza geçtim. Bazen birbirinden habersiz yaşayan 3 Övgü var gibi geliyor. Biri Libya çöllerinde sürünen, birisi Bakırköy’de kokoreç yiyen, diğeri de Tanzanya’da tropik güneşin altında karışık meyve tabağıyla denizi izleyen... 

Thursday, January 24, 2013

Çöl Günlükleri-2



GÜN 4 (OCAK 24)
Sabah duş aldım, giyindim. Kapının önüne çıkmıştım ki benim botun teki yok. Etrafta köpekler görmüştüm. Ya onlardır ya da şakacı birisi. Kim botun tekini alır ki? Biraz yürüdüm etrafta. Baktım benim botun yanında bayılmış çomar. Botun dışı benzin, tiner kokuyor. İçinin ne koktuğunu kelimelere dökmek zor. Garip hayvan ağır botu 5 metre sürükleyip yere yığılmış, kafayı bulmuş. Arabaya binip 40 km uzaklıktaki kuyubaşına gidiyoruz.
Uğraşlar, didinmeler derken bizim alet kuyuda bir noktadan geçemiyor. Ölçümü yapamadan çıkıyoruz kuyudan. Yarın tekrar deneyeceğiz ve müşterinin sabrı tükenmek üzere...Suç bizim değil ama müşteri her zaman haklı. Bu arada toparlanırken kuyubaşında yatıp kalkan tır şöförümüz bize yemekler yapıyor. Adam tam bir çöl adamına dönüşmüş. Elleri öylesine kurumuş ki nemsizlikten kuş ayağı gibi derisi, pul pul. Yemeğe döktüğü yağ eline değer değmez emiliyor adeta. Yaşar’ın bi şarkısında: “bana o mektubu, o ellerle mi yazdın?” gibisinden bir söz vardı, amcanın ellerini görünce: “Bana o yemeği, o ellerle mi yaptın?” diye mırıldanmaktan alamadım...
Toparlan ve kampa dön. Tam kampa gelmiştik, yemek ve artık alıştığım duşun hayalini kuruyordum ki bir telefon, aynen 40 km geri sahaya. Sadece 20 dakikalık bir iş için bize 40km gidiş 40km geliş yol yaptırdı. Sonra döndük ve akşam yemeği. Yarın tekrar deneyeceğiz aynı kuyuyu.
Libya’ya geliş mekansal değişimin yanında zamansal bir değişim de adeta. Sanki hiç yaşamadım ama 60-70li yılların böyle olabileceği algısı vardı kafamda. Babamın ilk doğu görevi anılarında gibi hissediyorum kendimi. Daha önce hiçbir yerde tek yabancı olmamıştım. Şimdi bu çölde tek yabancı benim adeta. Bu arada insana bu zamanda yaşadığını tek hatırlatan telefonlar ve arabalar. Türkiye’den fazla lüks araba ve telefon gördüğüm tek ülke Libya şimdilik. Sanılmasın ki Batı ve Kuzey Avrupa’da telefon ve araba çılgınlığı böyle...
İşçilerden bir tanesinin acayip iyi seviyede ve Amerikan aksanlı İngilizcesi var. Adam Amerika’da yaşamış sanıyordum ama Almanya’dan kalma bireysel soru sormama hastalığına tutulduğum için soramıyordum. Bugün baya muhabbet ettik. 10 yıl önce kendisi öğrenmiş İngilizceyi, müzisyenmiş. Piyano ve davul çalıyormuş. Şarkı sözlerini dinlerken kapmış aksanı. Bu adamla ufaktan diyalog arttırma planım var. Onunla çok muhabbet ediyoruz. Adam yol boyunca hem savaş hikayelerini hem de bi ara çalışmak için gittiği Sudan anılarından bahsetti. Savaşta NATO’nun değişik silahlar denediğini falan anlattı. Hatta hava bombardımanı başlamadan arabalar için turuncu renkli bir bayrak vermişler arabaların tavanına bağlamaları için. Bu aparatın içindeki bir verici sayesinde NATO hava kuvvetleri muhalifleri ayırt etmiş ve bu örtüden olmayan komvoyları bombalamış. Yol üzerinde 2 yerde durup bombalanan komvoyları gösterdiler. Şu an çok bulunduğum saha Kaddafi’nin doğduğu şehre yakın. Savaşı kaybettiklerini anladıklarında buradaki üretim tesislerini tahrip etmeye giden komvoylara NATO yoğun bomba yağdırmış. Anlatılanlara göre her şeyi eriten bombalardan, temas ettiğinde alev alan sıvılara kadar her şey denenmiş. Bir de çölden hala ceset çıkma hikayesi var ki sormayın. Tabi ki idam edilenler ve bugün kayıp olanlar ya denize ya çöle...Toprakta bazen gömülü eldiven falan görüyorum eşelemeye tırsıyorum.
Bir de aynı adamın Sudan’da bizim kampla ilgili hikayeleri var. “Buradan daha kötüsü olabilir mi?” diye düşündüğüm anlaşılmış olacak ki adam orayı anlattı. Konteynırların altında uyuyan zehirli yılanlardan, mühendislerden para isteyen yerlilere kadar bi sürü kopuk hikaye. Sonunda da ekledi: “merak etme bu kamp Libya’da görebileceğin en kötü kamp. En beterinden başlaman iyi oldu”. Hala umut var...
Neyse, tam akşam yemeğindne sonra rahatlamaya hazırdım ki müdürüm aradı. Müdürler aradı mı hep başınıza bir şey gelir. Daha hiç “nasılsın, iyi misin?” diye arayan müdür görmedim. Bi kaç sertifikaya sahip olup olmadığımı sordu. Cevap verdim. Geri arayacağını söyleyip kapattı. Sevindim. Çünkü sorduğu sertifikalardan bir tanesi offshore survival’dı. Libya offshore’da Total ve ENI var. Buyuk şirketlerin platformları yaşanabilir oluyor. Buradan iyi olacağı kesin. Zaten orası da hapishane burası da. En azından sıcak su, yemek, duş iyi olur. Toz-toprak yok falan.
Bu blogu bazen İngilizce yaz diyorlar. Ama burası üst düzey dedikodu yaptığım bir platform. Böyle bir dilimiz olduğu için çok şanslıyız. Google’a çevirttiklerinde saçmalaması da harika. Yoksa ben sizlerle bunca şeyi açıkça paylaşamazdım. Misal bunca verdim veriştirdim Libya’ya. Bugün Salah isimli bir işçi Libya’yı nasıl bulduğumu  sordu. Kötü diyemediğim için iyilerden ne desem diye düşündüm. Fazla da düşünemedim diyalog içinde, “insanı cana yakın, misafirperver” dedim. Aslında yalan da değil, Avrupa’nın üzerine ilaç gibi. Ama bu soru ve cevap bizim Avrupalilarla yaşadığımız bir diyalogdan kesit gibi değil mi? Demek ki o Avrupalı da daha sonra blogunda bizden böyle bahsediyor olabilir mi? Yani benim gibi bir Avrupalı mühendis Türk kırsalına gitse ki gidenini biliyorum ve o ortamı Avrupa kırsalıyla karşılaştırsa, o da “çok canayakınsınız” der geçer heralde. Gerçi durumumuz ne çok iyi bilmiyorum. Bu kadar kötü değildi sanki ben güneydoğuya gittiğimde ama bağımsız bir gözlem yapamıyor olabilirim. Bu kadar kötü olmayalım lütfen...
Derken telefon çaldı, müdür: “ Mozambik’e gidiyorsun”...Cevap veremedim. Mozambik nerede bilmiyorum ki...Afrika’da tamam ama Afrika koca kıta. Vizeyi sordum, hastalıkları sordum. O da tam bilmiyor. Yarın beni çölden alacaklar. Sonra 2 gece Trablus’da kalacağım, sonra da ver elini Mozambik. İlk kez Güney yarımküreye geçeceğim için bir heyecan sardı. İtiraf edeyim bu başıma gelenler meslektaşlarımın bile başına az gelecek şeyler. Bizim sektör çok gezer ama Avrupa’nın en kuzeyinden Afrika’nın en güneyine böylesi bir yolculuk pek yoktur. Sırf bunun için görevi alacağım sanırım. 3 haftayla sınırlı tutacaklarına söz verdiler. Bir yaşlı büyüğüm zamanında “gezmeli bir görev olursa ilk sen talip ol” demişti. Artık talip olmasam da geliyor. Bi yerlere başka kültürleri tanımak hoşuma gidiyor falan yazmıştım ben. Galiba böyle bir görev olunca şirket içi aramada ilk benim adım çıkıyor. Doğuya ve Batıya hakimiyet Türkten başka kimsede yok tabi...Gerçi bi an “ama Libya’yı tam sevmeye başladım, alışıyorum” falan der gibi oldum, sonra ne diyorum yav deyip: “Yes, I am the one”ı yapıştırdım...
Sanırım görevi alıyorum. Blogu da canlı tutacaktır. Herkesi opuyorum.
P.S: Bir ara görseller de eklenecek ama upload hızım çok yavaş.

Çöl Günlükleri



GÜN 1 (Ocak 21)
Hazırlıklar tamam, yola çıkıyoruz. Şimdiden her yerimiz toz olmuş. Daha kendi merkezimizi terketmedik, bize eskortluk edecek askerlerin gelmesini bekliyoruz. Asker dediğime bakmayın, asker dediğin disiplinli olur. Tek tip olur. Bunlara silahlı adam demek daha doğru. Birazdan keyifleri olur. Biz acele ediyoruz çünkü ertesi gün müşteriye orada olma sözü verdik. Durmadan çalışıp yetiştirdik, şimdi bu sebeple beklemek...Ses çıkaramadan beklemek, dayanılmaz.

Yola çıktık. Her şey bana ne kadar da yabancı. Mars gibi bir yer. Tam tahmin ettiğim gibi yol yok. Çölde siyah variller var insanlara yön göstersin diye. 20 şeritli bir otoban gibi. İlk bir saat görece sert bir toprak zeminde gidiyoruz. Sonra bir mola veriyoruz. Hem bir namaz molası hem de lastikleri indirmenin zamanı.

Toprağa çömeliyorlar, diyorum ki “teyemmüm geliyor”.  Hayır dostum, yanlış tahmin. Sonra pet şişeler de açılıyor. Karıştı mı suluyla kuru sana. Ortalık çamur. Bana düşmez yargılamak ama teyemmüm için uygundu sanki ortam. Bizim camilerdeki su ısrafına gidiyor aklım. Dakikalarca muhabbet ederek su tüketmek. Adamlar burada bir şişe suyla hallediyor.

Moladan sonra yola devam. Artık etraf  plajdan farksız. Araçlar dört çekere geçmiş. O kum tepecikleri görünmeye başlıyor. Rüzgar üzerlerindeki kumun yerini devamlı değiştirdiği için adeta toprak akıyor gibi, yüzeyde bir bulut var gibi. Bir de garip taşlar var, kum zımparasından ilginç şekiller almışlar.

Sonunda asfalt bir yola varıyoruz. Yolun tamamı 180 km. Gördüğüm en kötü asfalt yol, devamında bizim şirketin başka bir kampına varıyoruz. Kampın hali: trajik, hayatım: trajedi.

Bu macerada kendimi zihinel oalrak en kötüye hazırladım. Zaten içinizde en ufak bir umut olursa, boku yediniz. Yol boyunca işçilerle aynı odada yatacağımıza o kadar emindim ki, tek kişilik oda verilince sevindim. Ama odaya girince her türlü hazırlığa rağmen yıkıldım. Klima çalışmıyor, banyo umumi tuvalet seviyesinde, yatak sadece bir minder...Yatağa çöküyorum nerede hata yaptığımı düşünüyorum. Burada olmam çok saçma. Suratıma iki şaplak atıyorum, burada oluşumun nedeni belli.

Yatakta örtü ve yastık olmadığını farkediyorum. Biliyorum istesem ve bulsalar aşırı pis olacak ama temizlik-hijyen algısının, ihtiyaçlar karşılandıktan sonra ancak önem kazandığını ilk o zaman farkediyorum. İnsanların bazı şeyleri nasıl yaptığını anlamadığımız çok olmuştur. Çünkü biz onların durumuna hiç düşmemişizdir...Bizim işçilerden birine bana battaniye bulmasını söylüyorum. “Mafiş battaniye” diye bağırmaya başlıyor, tekrar ediyorum. Hoşlarına gidiyor, gülüyoruz ve hemen battaniye ve yastık geliyor. İnsanın her durumda gülmesi ne kadar garip...

Çareler düşünüyorum. Tulumla yatarım diyorum, bere ve kapşon takarım diyorum. Amaç kamp malzemesiyle teması minimuma indirmek. Ama sonra tulum zor geliyor. Kapşondan ve bereden ödün vermiyorum. Hem sıcak tutuyor, hem hijyenik. Tuvalet konusunda da ilk bulabildiğim çözüm de yapmamak. “İstersen sıçmazsın Rocky, her şey beyinde” dememiş miydi filmler bize. Yemek için de bizi buraya getiren müşterinin kampına gidiyoruz. Oraya gittikçe ekmekler, muzlar alıyorum. Cepleri de dolduruyorum. Benim yaşadığım hayat tarzında bir şeyden depolama imkanı varsa muhakkak depolayacaksın. Bu Norveç ve Almanya’da bile böyleydi. Burada haydi haydi böyle. Bir sonraki yemek ve uyku ne zaman gelir, bilemeyeceğin zamanlar oluyor.
Sabah erken iş başı. Kamuflaşımı giyip yatağa sokuluyorum. Bu odada ne işim var diyorum tekrardan...Uyuyorum.

GÜN 2 (Ocak 22)
Uyanıyorum.  Bu duşa girecek halim olmadığına göre, pet şişemle kapının önüne çıkıyorum. Yüzü yıka, diş fırşala, tulumu giy ve yallah. Yolda öğreniyoruz ki bu sabah bize katılması gereken vinç daha 4 saatlik mesafedeymiş. Sİyah bidonu mu kaçırdı artık ne yaptıysa. Tabi mesela siz bi adama Aydın’dan İzmir’e git derseniz, %99 kişi aynı güzergahı kullanır (Otoban veya değil). Ama burada adam 180 kilometreyi neredeyse sınırsız kombinasyonla alabiliyor. Ne yol var, ne nehir, ne de ağaçlık. Bi tek dağ var yeryüzü şekli oalrak ve bizim mal o dağın arkasından dolaşmış yanlışlıkla. Adam öğleden sonra geldi. Başladık çalışmalara, akşam oldu, çöl ayazı başladı. Işık yok. Bırakmak zorunda kaldık. Güneş batarken biraz yürüdüm etrafta. En ufak bir ses yok. Sınırsızlık…Bu boşlukta zaman bile anlamsızlaşıyor. Erebilir insan burada. Ama ben ermesem daha iyi. O değil amacımız. Hatta inşallah ermem. Toparlanıp kampa döbüyoruz. Bütün gün “mafiş battaniye” şakaları. Odama giriyorum. Uydudan dandik internetimize bağlanıyoruz. Ayranım yok içmeye tahterevanla giderim sıçmaya. İnternet neyimeyse. Gerçi o da olmasa bariz ererim burada.
Derken akşam yemeğini yiyoruz, ben de bir tuvalet arzusu. Çöl de öyle bir yer ki arkadaş, 1 km gitsen yine tuvalet ihtiyacı karşılayamazsın. Her yer kabak gibi meydanda. O beyaz kıyafetin kerametini anlamaya başladım. Neyse, odadaki tuvaleti kullandım. Bu da ihtiyaçların hijyenden çok daha önemli olduğunu gözterdi bir kez daha.
Akşam yemeğindne sonra kendimi şöyle bir ortamda buluyorum. Kampın TV odasındayız. Elimizde yeşil Libya çayları, TV’de dans eden kadınlara bakıyoruz. Dansöz falan da değil. Şöyle düğün videosunu andırır gibi ama bu bi TV kanalı. Ortamın aşırı saçmalığı hoşuma gider mi diye zorluyorum, olmuyor. “Esselamualykum” çekip kalkıyorum. Çıkarken farkediyorum. Ben en son kadını 10 Ocak’ta görmüşüm. Bu adamlardan bazılarının kesin 2-3 ayı vardır. Kadın başka bi tür burda, başka bir cinsiyet değil. Tilki gibi, çakal gibi bi şey. İnsan alışık olmadığı bir tür görürse ya kaçar, ya saldırır…
Odama gidiyorum, pet şişem diş fırçam…Bireysel temizlik on numara. Bereyi takıyorum, kapşonu geçiriyorum, hijyen de tamam. Uyuyorum.

GÜN 3 (Ocak 23)
Uyandığımda burada olduğuma inanamıyorum. Uyku ne güzel bir şey. Kopup gidiyorsun dertlerden. Uyanınca, yüzleşiyorsun. Pet şişemle yine güne başlıyorum. Pikapa doluşup kuyubaşına gidiyoruz. Dün cebime doldurduğum ekmeklere peynirleri döşeyip kahvaltımı yapıyorum. Basınç ekipmanının kurulumunu bitiriyoruz. 5 kişi bizim şirketten bir tane tır şöförü, bir tane de kaybolup bulunan vinç operatörü 7 kişiyiz. Basınç testi yarım saat sürecek. Kuma çember şeklinde oturup Nescafelerimizi yudumluyoruz. Nescafe ve Pepsi’nin popüleritesi şaşılacak derecede. Belki 80’lerdeki Türkiye’yi anımsatıyor insana. Amerikan konsolosu olayının üzerinden daha 2 ay geçti sanırım. Madem bunlar böyle içilecekti, adamın suçu neydi? Allahtan herkes Türkleri ve Türkiye’yi çok seviyor. Kimi vize olmadığı için seviyor, kimi dedesi zamanında buralardaki Osmanlı yönetimindne memnun olduğu için seviyor, kimi kadınlar çok güzel diye seviyor, kimi devrimde destek verdik diye seviyor, kimi müslüman diye seviyor, kimi Kanuni yüzünden seviyor ama seviyor işte…Burada adeta Avrupa’lı gibiyim. Hemen başlıyorlar ben şuralarını gezdim Türkiye’nin, şusu çok güzel diye. Savaş sırasından Türkiye’ye kaçanlara da buradan maaş yatıyormuş zaten. Kebap hayat. Burası zaten durulacak gibi değil. Gerçi aşırı zengin bir ülke Libya, bütçe fazlası muazzam. Biraz organize olabilseler, Norveç tadında hayat yaşarlar ama öyle bi hedef yok.
Bir de bugün beni bir kişi daha Kanuni’ye benzetti biri de Rusa. Diziler sağolsun. Şirkete ilk girdiğimde de Cezayirliler Behlül'e benzetiyordu.
Neyse, bu muhabbet orada bitti. Kamyonda arızalar çıktı. Müşteri bize azar kaydı. Onu tamir etmek için akşam 6ya kadar uğraştık. Sanırım sorun çözüldü. Yarın ne olduğu anlaşılır artık. Sabah 7de işi başlatamazsak şutu yiyeceğiz.
Tamiratla uğraşırken yemeği  kaçırmışız. Kampa geldik, makarna yapmışlar. Ortada leğenimsi bir şeyin içinde. Allahtan bize ayrı bir kapta verdiler ama yine de 3 kişi paylaştık. Leğene dalamayabilirdim ama bir yandan da çok açtım. Ben ki en samimi arkadaşlarla yemek yerken her şeyi tabağıma aldığım için eleştirilmiş adamdım. İşte sana Alman ekolüyle Libya ekolünün farkı. O eski halimden, eser yok şimdi. Vurdum kaşığı makarnaya. Başta herkes kendi önünden yerken yedim, sonra makarna sınırları muğlaklaşmaya başlayınca kaçtım. Bi tane de hacı amca var, beni çok seviyor. O da iyilik olsun diye kendi önünden bana doğru kürüyor makarnayı. Dayı yapma ya…Bütün iştahı bitirdin. En son makarnanın içindeki tavuğu hala canlıymışçasına parçalıyorlardı ki kalktım.
Şimdi diyor olabilirsiniz "çocuk o sofradan nasıl yedi, ben yemezdim" ama açıkladım. Önce ihtiyaçlar, sonra hijyen. İçine düşerseniz anlarsınız. Zaten biraz kabalayınca mideyi, ben de kalktım sofradan. Bu iş sayesinde Libya'nın post savaş kamplarında mad-max hayatını da gördüm, Paris'in lüks otellerini de...Daha kötüsü varsa ki var diyorlar, Allah göstermesin artık.
Şu anda da bu blogu yazmayı bitirip duşa girmeyi planlıyorum. Çünkü kafam iyice kaşınmaya başladı. İlk gün umumi tuvalete benzetmiştim ama yuvama alışmaya başladım. Bahçesinde fareler koşan, şirin bir kamp konteynırını kim sevmez?

Monday, January 14, 2013

BAHAR

Herkes bir heves Küba'ya gider devrim görmeye, bize Libya nasip oldu. Bi kaç aracın arkasında Che Guevara görmüştüm ve şaşırmıştım. Çünkü benim gözümde burada olanlar islamcıların motivasyonuyla olan işlerdi. Ancak gün geçtikçe buradaki hadisenin de çok değerli olduğunu düşünmeye başladım. İş arkadaşlarından konuşurken sessiz bi mühendis arkadaş vardı, o güne kadar fazla konuşmayan, adamlara "sizce gelecek nasil olacak?" diye bi sordum. Adam orada bir konuştu arkadaş, gelecekten umutla bir bahsetti ki sanki güneş açtı. Biz tabi pek bilmiyoduk. Bu çocuğun babası mesela sadece Polonya'dan geldiği için hapis yatmış. Öyle atıp unutulan insanlar falan varmış. Bir diğerinin amcasının evine gelmişler ve 2 yaşında kızı koşarken babasıyla biirlikte vurulmuş. Bu da kuzeniyle en önlerde savaşmış.

Öyle bir baskı varmıs ki üzerlerinde İngilizce öğrenmeleri yasakmış, diktatörün adını söylemeleri yasakmış, gazete yokmuş. hatta bizim arkadaşlardan birisinin babası yurt dışındaymış olaylar sırasında. Çocuk telefon edip demiş ki: "baba herkes dışarıda, ben de çıkıyorum. Kaddafi' yi devirmek üzereyiz". Babası "sus, konuşma öyle" diye çocuğu azarlamış. Dile kolay, kırk yıl aynı baskıyla geçmiş.

Bi de hapishaneler basılıp mahkumlar bırakılmış. Şimdi diyeceksin, "Ne kadar kötü? Suçlular serbest". Hapishaneyi bastıklarında 13 yıldır suçunu bilmedan yatan adam varmış. Daha olay çıktığından bile haberi olmamış. Kapıyı kırınca " Ne oluyor demiş?" Cevaplamışlar : "Kaddafi'yi deviriyoruz"Adam demiş ki "silah verin, 13 yıldır suçumu bile okumadılar bana" Bu amca maalesef daha ailesini bile göremeden vefat etmiş.

Halkına insan uçaksavar mermisi sıkar mı? Başka ülkeen insan getirip tecavüz ettirir mi? Olmuş işte hepsi.

Duygulandım yani anlayacağınız. Şüphesiz ki baskıcı yöneticiler için alınacak sayısız dersler var ama eninde sonunda gençlik patlıyor...

Gözünüzü seveyim şu bizim ülkede kitap falan yasaklamayı bırakın. Buraları görünce bizde olanlar beni daha da üzmeye başladı. Resmen elimizde olan güzel şeyleri mahvediyoruz. İçim yanıyor desem yeridir. Adamlar bir gazeteleri olsun diye can veriyor, bizimkiler kitap yasaklamak için uğraşıyorlar hala. Kardeşim, sana sesleniyorum: bırak artık yasaklamayı, bahar geliverir maazallah, grip kaparsın.